Necip Fazıl Kısakürek vefatının 31. yıldönümü anısına...


Necip Fazıl Kısakürek Belgeseli TRT paylaşan: haberseyret

Isaac Newton


Isaac Newton


Newton buluşları ve  keşifleriyle  bütün bir eğitim hayatımı kabusa çevirse de insanlık adına ne kadar önemli  olduğunu yaptıklarıyla tarihe, zamana yön veren biri olduğundan bahsetmeden edemicem.
      

 En büyük matematikçi ve bilim adamlarından biri olan Newton 4 Ocak 1642 yılında İngiltere de doğmuştur. Newton daha dünya ya gelmeden babasını kaybetmiş, annesi de daha sonra ikinci evliliğini yapmıştır.Bundan sonra da geleceğin  bilim adamı babannesiyle yaşamaya başlamıştır.
       Newton on iki yaşında Grantham'da King's School'a yazıldı. Bu okulu 1661'de bitirdi. Aynı yıl dayısını ısrarları ve yardımıyla  Cambridge Üniversitesi'ndeki Trinity Kolej'ine girdi. Nisan 1665'te bu okuldan lisans derecesini aldı. Lisansüstü çalışmalarına başlayacağı sırada ortalığı saran veba salgını yüzünden üniversite kapatıldı. Anlayacağınız bilim adamının peşini zorluklar kolay kolay bırakacağa benzemiyordu.
      
         Ama bu olayın en önemli buluşlarını gerçekleştirecek bir ortam oluşturacağının da farkında değildi.Salgından dolayı iannesinin evine sığınan Newton burada iki yıl boyunca çalışmalarını sürdürdü. 
     
      Rene Descartes analitik geometriyi, Johannes Kepler kendi adıyla anılan üç kanundan ikisini bulmuş olarak 1667'de Trinity Kolej'ine öğretim üyesi olarak döndü.Kendimle kıyaslayınca nasıl dayandı bilmiyorum ama Newton "Hareket Kanunu"  ve "Yerçekimi Kanunu" bulduktan yıllar sonra yayınlamıştır.Bu kadar uzun süre beklemesi çekingenliğinden midir yoksa eleştiriye tahammülsüzlüğünden mi bilinmez.Newton'un en önemli buluşu şuan binlerce üniversitelinin başını ağrıtan  diferansiyel ve integral hesaptı. Isaac Newton'u tarihin en büyük üç matematikçisinden biri yapanda bunlardı. Pek çoğumuzun İntegralle bir türlü yıldızının barışmamış olması bu kavramlar neticesinde çok büyük kolaylıklar elde edildiğini göz ardı ettiremez.
      
      Newton  1671'de ilk aynalı teleskopu gerçekleştirdi, ve ertesi yıl Royal Society üyeliğine seçildi. Royal Society'e sunduğu renk olgusuna ilişkin bildirisinin eleştirilere hedef olması, özellikle Robert Hooke tarafından şiddetle eleştirilmesi üzerine Newton tümüyle içine kapanarak, bilim dünyasıyla ilişkisini kesti.Newton ancak yakın dostu ünlü astronom ve matematikçi Edmond Halley'in çabalarıyla altı yıl sonra bilimsel çalışmalarına geri döndü.1699'da Fransız Bilimler Akademisi'nin yabancı üyeliğine 1703'de Royal Society'nin başkanlığına seçildi.
     
      Yaptığı çalışmalarla hayattayken takdir görme şerefine erişen Newton  uzun yıllar boyunca rahat ve mutlu bir yaşam sürdü . Ve 31 Mart 1727 yılında geriye pek çok şey bırakarak bu dünyadan ayrıldı.

Doğu'nun Yedinci Oğlu

      
  SEZAİ KARAKOÇ




          Sezai Karakoç, 1933 yılında Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde doğdu.Çocukluğu  Ergani, Maden ve Dicle ilçelerinde geçmiştir. Altı yaşında ilkokula başladı ve 1944 de Ergani’de ilkokulu tamamladı. Maraş ortaokuluna parasız yatılı öğrenci olarak kayıt yaptırdı.1947 de burayı bitirerek Gaziantep’te yine parasız
yatılı lise öğrenimine başladı. Gaziantep lisesinden 1950’de mezun oldu. Felsefe okumak istediği için İstanbul’'a geldi.  Kendi parasıyla okuyamayacağını anlayınca, o zaman parasız yatılı kısmı bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi sınavına girdi. Sınav sonuçlarını beklerken de Felsefe bölümüne kayıt yaptırdı.. Eğer sınavı kazanmazsa felsefe eğitimi alacaktı.
          
        Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanarak başladığı yüksek öğrenimini,
1955’te fakültenin mali şubesinden mezuniyetle tamamladı. Pek çok resmi görevde
bulundu. Görevi icabı Anadolu’yu çok gezdi ve birçok il, ilçeyi inceleme, tanıma
fırsatı buldu. 1960-1961 yıllarında yedek subay olarak askerlik görevini yerine
getirdikten sonra görevine kaldığı yerden devam etti.
        
       1967 yılında İslamın Dirilişi ve Yazılar adlı kitaplarından dolayı yargılandı. Büyük Doğu, Hisar, Akpınar, Dernek, Düşünen Adam, A dergilerinde deneme ve şiirler, Yeni İstanbul, Sabah ve Milli Gazete’de fıkra yazıları yayınladı. Mart-nisan 1960’ta iki, mart 1966 - mart 1967’de oniki, ekim 1969 - ocak 1971’de onaltı sayı olmak üzere Diriliş dergisini yayınladı. 
         1974’ten itibaren düzenli olarak 18 sayı yayınlanan, 1976’dan itibaren gazete biçiminde çıkan Diriliş dergisi yerli düşünce ve edebiyatın en önemli dergilerinden biri oldu. 
         1977-78, 1980 ve 1983 yıllarında da yayınlanan Diriliş, son olarak 1987-1993 arası altı yıl haftalık olarak yayınlanmıştır. Diriliş Dergisi, gerek edebiyatımız gerekse fikir ve kültür hayatımız için bir okul olmuş, çok sayıda aydın ve sanatçı yetiştirmiştir.
           1990 yılında "güller açan gül ağacı" amblemiyle Diriliş Partisi'ni kurdu. Yedi yıl Partinin Genel Başkanlığını yürüttü. Ancak bu parti 19 Mart 1997'de üstüste iki defa genel seçime girmediği için kapatıldı. 2006 yılında kültür bakanlığı özel ödülü ile ödüllendirildi. 2007 yılında Yüce Diriliş Partisi'ni kurdu ve halen partinin genel başkanlık görevini yürütmektedir.  Karakoç, 2011 yılı Cumhurbaşkanlığı edebiyat ödülüne layık görüldü fakat kendisine verilen plaket ve para ödülünü reddederek bu ödülü almaya gitmedi.
          Şiir, sanat ve düşünce ile yüklü hayatına, çilesine, duygu ve duyarlıklarına
değinmek çok da kolay değil. Bunun için büyük bir çalışma gerekir. Kısaca, ‘şiir
üslubu bakımından, az çok İkinci Yeni’ye yakın sayılsa da, şiirinde işlediği
temalar, inandığı değerler bakımından şiirimizde yeni ve değişik bir sestir’
demek mümkün.
ESERLERİ:
Şiir Kitapları: 
Körfez,Şahdamar,Hızırla Kırk Saat,Sesler,Taha’nın Kitabı,Gül Muştusu,Zamana Adanmış Sözler,Leyla ile Mecnun, Mona Rosa.

Araştırma ve Fikir Kitapları: 
Yunus Emre, Mevlana, Mehmet Akif, İslam’ın dirilişi, İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü, Ölümden Sonra Kalkış, Mağara ve Işık.

Hikaye Kitapları:
Hikayeler I - Meydan Ortaya Çıktığında (1978), Hikayeler II - Portreler 

Bisikletten Hiç Düşmedim Diyen Var Mı?????????

:):):)



        Çocukluğundan söz ederken bisikletten bahsetmeyen çok az kişi çıkar.Büyüğünce bisiklete binilmez mi demeyin elbette binilir.Ama gelin görün ki çocuklukla özdeşleşmiş elden ne gelir. Eeee  tabi o heyecanlı anlarda bunu kim icat etmiş diye düşünmeyiz.Kim icat etmişse iyi etmiş der geçeriz.Ama ben merakıma yenik düştüm  ve kimmiş bu kişi, bisikleti nasıl icat etmiş bakalım diyerek araştırdım.

 1791 yılında Bisiklet Fransa’da doğdu. İki tekerlekli bir oyuncak yapmayı düşünen Sivrac Kontu pedalı olmayan üzerine oturanın ayaklarını teperek yürütmek zorunda olduğu bir oyuncak yaptı.

          Leonardo Da Vinci’nin yaptığı çizimleri kullanarak bilinen ilk pedallı bisikleti üreten kişi Kirkpatrick Mac Millan’dır. 1839-1840 yılları arasında İskoçya’da üretilen bu bisiklet, halen Londra Science Museum’da sergilenmektedir. 
 
         1861 de Fransız Ernest Michaux’un bisikleti pedalı daha etkin bir şekilde kullanmıştır.Bundan sonra bisiklet Avrupa da yayılmaya başlamıştır. Demir tekerlekler ve ağır tahta yapı dolayısıyla, bu ilkel bisikletler "kemik sarsan" diye isimlendirilmekteydi.

           1870 yılından sonra geliştirilen yeni bisikletlere “Bicyole” ismi verilmiştir. Bu modelde ön tekerleğin çapı bir ile 1,5 metre arasında değişmiştir.H.J.Lawson adında bir İngiliz, 1874 yılında,arka tekerleğin zincirle hareketini sağladı. 
         
         1885'de, "Rover Emniyetli Bisikletler" i piyasaya sürdü. Bu modelde tekerlekler eşit büyüklükteydi.Binen kimsenin oturacağı yer (sele),arka tekerleğe biraz daha yakındı. 
         
         1888 yılında Doktor Dunlop pnömatik (hava basılan) lastiği buldu. Böylece tekerleklerin hareketi daha düzen kazandı ve bisikletin modernleşmesi,bugünkü haline ulaşması yolunda bir adım daha atılmış oldu. 
          
    Yazın geldiği şu güzel günlerde bisikletlerimizi daha çok konuşacağız gibi geliyor...Düşmeden bisiklete binilmez ama siz yine de kendinize dikkat edin:)

Eğitim ve Kültür Adamı Hasan-Âli Yücel

         
 HASAN ALİ YÜCEL



         Bir öğretmen  adayı olarak özellikle de adının verildiği bir fakülte de okurken böyle birini anlatmamak olmaz diye düşündüm.Kimden mi bahsediyorum, tabi ki Milli Eğitimin temellerini atan kişi olan Hasan Ali Yücel 'den bahsediyorum.




             Yücel 17 Aralık 1897 de ekonomik durumu iyi olan bir ailenin tek çocuğu olarak dünya ya geldi.Hasan-Âli,Musikî üstadı Mehmed Celâleddin Dede Efendi’ nin yanında müzik eğitimi gördü. Dört yaşındayken Yolgeçen Mektebi’ne başladı. Beş altı yaşlarındayken Taş Mektep’e geçti.1906 yılında, dokuz yaşındayken Mekteb-i Osmanî'ye gönderildi.  Ayrı ayrı hocalardan ders gördü. Daha sonra Hasan-Âli Vefa İdâdisine yazıldı. Vefa İdadisi’nin son sınıfındayken, Birinci Dünya Savaşı 'nın başlamasından dolayı askere çağrıldı.Hasan-Âli, askerlik sonrası öğretimini Darülfünün'da tamamlama imkanı buldu.Daha önce İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kayıt yaptırdı. Bir yandan da ifnam gazetesinde çalışmaya devam etti.Ama bu fakülte de yaşadığı bazı sorunlar yüzünden yarıda bırakarak, Edebiyat Fakültesi'nin Felsefe Bölümüne kayıt yaptırdı.Ve bu bölümden mezun oldu.

       Okulunu bitirir bitirmez öğretmen olarak tayin edilmedi.Bir süre özel öğretmenlik yaptı.  25 yaşında Necati (Tansel)'in kız kardeşi  Refika Hanımla evlenir. Kısa bir süre sonra, İzmir Erkek Muallim Mektebi'ne Türkçe ve Edebiyat Öğretmeni olarak atanır. Kent, Yunan işgali ve zulmünün izleriyle doludur. Kötü koşullarda, 19 Aralık 1922'de öğretmenliğe başlar. Bir grup meslektaşıyla Muallimler Birliği ve Türk Ocağını kurar.1927 yılı başında Hasan Âli Milli Eğitim Bakanlığı genel müfettişi oldu. 1928 yılında, Tevfik Fikret’in “Tarihi Kadim-Doksan Beşe Doğru” adlı şiir kitabını Latin harfleriyle yayınladı.1930′da Paris’e gönderilen Hasan Âli burada “Maarif teşkilatı ile mekteplerini ve buna müteferri muamele, kanun ve nizamnameleri”ni incelemekle görevlendirildi.Goethe üzerine Türk dilinde yapılan çalışmasıyla, Goethe madalyasıyla ödüllendirildi. 1932 yılının sonunda, Ankara’daki Gazi Terbiye (Eğitim) Enstitüsü’ne müdür olarak atandı. Bu dönemde, Hasan-Âli, 1917-1933 yılları arasında yazdığı didaktik şiirlerini "Dönen Ses" adıyla yayınlar. Bu şiirleriyle, çocuk edebiyatına katkıda bulunmuş şairlerden birisi olarak kabul edildi.
            Hasan-Âli, 1933 yılı sonunda Maarif Vekaleti Orta Tedrisat Umum Müdürlüğü'ne atandı. 1934'te Cumhuriyet Halk Partisinden İzmir Milletvekili olarak meclise girdi. 28 Aralık 1938'de, Hasan-Âli Yücel, 41 yaşında, iken istifa eden Saffet Arıkan'ın yerine, Celal Bayar kabinesinde Maarif Vekili oldu.
           Hasan-Alİ Yücel, l ve 2 Mayıs 1939 tarihlerinde, On Yılhk Neşriyat Sergisi ve Birinci Türk Neşriyat Kongresi'ni açtı. Yazarlar, yayıncılar, eğitimciler, araştırmacılar, sanatkarlar, milletvekilleri, bakanlık görevlilerinden oluşan kongre, çeşitli alt gruplara aynlarak sorunlar ve öneriler üzerinde çalışdı.31 Ekim 1939′da reformların sonucu sayılabilecek olan Birinci Devlet Resim Heykel Sergisi’ni açtı. Sergi her yıl Ankara’da kuruldu.
           
            Köy ve kent arasındaki dengeyi eşitlemek üzere 1936′da Saffet Arıkan’ın bakanlığı döneminde Köy Eğitmeni projesi uygulanmaya başlandı. 17 Nisan 1940′ta Köy Enstitüleri Yasası çıkarılarak, köy okullarında görev alacak olan öğretmenleri yetiştirmek üzere kent ve kasabalardan uzak, geniş arazisi bulunan uygun yerlerde Köy Enstitüleri kurulmaya başlandı.1950′den sonra Köy Enstitüleri bazı sebeplerden dolayı kapatıldı.
             Hasan Âli 20 Mayıs 1940′ta Devlet Konservatuarları’nın kuruluş yasasını çıkardı.6 Haziran 1941'de Birinci Coğrafya Kongresi'ni topladı ve daha sonra Gramer Komisyonu'nu toplantıya çağırdı. Tahsin Banguoğlu'na "Ana Hatlarıyla Türk Grameri" adlı bir eser hazırlattı ve hemen yayınlattı. Yücel’in bakanlık yaptığı dönemde, Ankara Fen Fakültesi (1943), İstanbul Teknik Üniversitesi (1944) ve Ankara Tıp Fakültesi (1945) kuruldu. Dört yıl süren bir hazırlıktan sonra 13 Haziran 1946′da 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarıldı.
              Hasan-Âli Yücel, 1945'te, 4-20 Kasım arasında Londra'da toplanan ve 43 ülkenin katıldığı UNESCO toplantısında ülkemizi temsil etti.ve UNESCO'nun statüsüne ilişkin anlaşma 20 Mayıs 1946'da Türkiye tarafından imzalandı; üç yıl sonra da UNESCO-Türkiye Millî Komisyonu Ankara'da toplandı.
          Hasan-Âli Yücel, 5 Ağustos 1946'da 7 yıl ve 7 ay sürdürdüğü Millî Eğitim Bakanlığı görevinden -çeşitli nedenlerle-istifa etmiştir.İstifasının ardından Hasan-Alİ Yücel, gazetecilik görevine döner ve Ulus ve Cumhuriyet gazetelerinde  yazmaya başlar.
            Eğitim ve kültür adamı Hasan-Âli Yücel 26 Şubat 1961 sabahı, İstanbul'da misafir olarak kaldığı Prof.Dr. Tevfik Sağlam'ın evinde yüksek ateşli bir hastalıktan vefat etmiştir. 

Eminim eksik kalan yerler yazmayı unuttuğum daha pek çok şey vardır.  Ben  yazarken insan yaşamına bu kadar şeyi nasıl sığdırır diye düşünmeden ve kendi yaşantımı Yücel'inkiyle kıyaslamadan edemedim.Sizlerinde okurken neler düşündüğünü merak etmiyor değilim:)

Gözleri ve Kalbi Göklerde Olan Adam HÜRKUŞ

Vecihi Hürkuş 



Evet batıyı hep önde görmek bizlerde alışkanlık haline gelmiş olabilir. Ama bunu yaparken kimlere haksızlık yapıyoruz hiç düşündük mü?Ben birisini söyleyeyim, Türk pilot astsubay ve mühendis. Türk havacılık tarihinin en önemli isimlerinden biri Vecihi Hürkuş.Böyle birine bundan daha güzel ve anlamlı bir soyadı verilemezdi sanırım.6 Ocak 1896 da İstanbul da doğan Hürkuş havacılık tarihinde adından söz ettirdiği kadar "ilk düşman uçağını düşüren pilot" olarak da tüm Türkiye tarihinde yer etmeyi başarmıştır.Kurtuluş Savaşı'na katılan Vecihi Bey, özellikle İnönü ve Sakarya savaşı sırasında çok başarılı keşif ve destek uçuşları yaptığı gibi bir Yunan uçağını da indirmiştir. Kurtuluş Savaşı'nın ilk ve son uçuşunu yapan pilottur. İzmir (Gaziemir - Seydiköy) hava meydanına ilk giren ve işgal eden kişi olur.Vecihi Bey'e kırmızı şeritli İstiklal Madalyası verilmiştir. Ayrıca TBMM tarafından üç kez Takdirname verilmiştir. Üç takdirname verilen tek kişidir.
Edirne’ye yanlışlıkla inen bir yolcu uçağını almakla görevlendirilir. Hizmeti karşılığı uçağa adı verilince, uçak inşa etmek düşünceleri canlanır.
1924’te ganimet olarak Yunanlılardan ele geçen motorlardan yararlanarak ilk uçağı Vecihi K VI’yı imal eder.Bu kadarla kalır mı daha burnundan getirmeden nereye(!)... Ancak uçuş müsaadesini bir türlü alamaz. Heyetten kimse uçağı uçuramayınca 28 Ocak 1925’te ilk uçuşunu yapar ve izinsiz uçtuğu için cezalandırılınca, Hava Kuvvetleri’nden istifa eder.
   Pes etmeyen ve bu özelliğinin de örnek alınması gerektiğini düşündüğüm Vecihi,  1930’da Kadıköy’de bir keresteci dükkanını kiralayarak, 3 ay içinde ilk Türk sivil uçağını, aslında ikinci uçağı Vecihi K-XIV uçağını inşa eder.. İlk uçuşunu 16 Eylül 1930’da Kadıköy Fikirtepe’de büyük bir kalabalık ve basın topluluğu karşısında yapar. iki kişilik, tek motorlu spor ve eğitim uçağı ile tam 15 dk hava da süzülen Hürkuş yere indiğinde kalabalığın coşkusu ile karşılaşır. Hak ettiği değeri sonunda bulmuş  olmanın verdiği gurur ve mutlulukla Ankara'ya uçarak orada da devlet erkanına bir gösteri yapar.Uçabilirlik Sertifikası için İktisat Bakanlığına başvurmuş, 14 Ekim 1930'da “Tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken vesika verilmemiştir” cevabını almış. Hürkuş, bunun üzerine bakanlık nezdinde yapılan girişimler sonucu uçağa istenen belgenin alınması amacıyla uçağı sökerek demiryollarından kiraladığı vagonla Çekoslovakya’ya gönderilmesi için müsaade almıştır. Hürkuş, 6 Aralık 1930’da Prag’a geldiğinde henüz tayyare gelmemişti. Tayyareye ait statik raporu gibi resmi evrak önce Çek diline çevrilmiş, uçak gelince tekrar monte edilerek uçağın malzemeleri ve her türlü teknik kontrolü yapıldıktan sonra uçuşu istenmiş. Her türlü uçuş şekilleri ile uçuşun kontrolü tamamlanmıştır.
Hürkuş 23 Nisan 1931’de Çekoslovakyalı yetkililer tarafından civardaki bir gazinoda düzenlenen bir törenle, başköşesinde “Yaşasın Türk Tayyareciliği” yazılı bir pankartla onurlandırılarak uçuş müsaadesini almıştır. 25 Nisan 1931’de Çekoslovakya’dan uçarak Türkiye’ye gelmek için yola çıkıp 5 Mayıs 1931’de Türkiye’ye gelmiştir.
1932’de ilk özel tayyare mektebini kuran Hürkuş, daha sonra yeni tayyarelerinin de üretimini gerçekleştirdi. Okulda, bir de Vecihi SK adlı uçak motoru ile çalışan deniz botu da yapan Hürkuş, 1954’te İlk özel havayollarını faaliyete geçirdi.
     Yaşamı boyunca gerçekleştirdiği hayalleriyle ülkesine hizmet eden bu adam şaşılacak bir durumdur ki insanların aya ayak basmak üzere UÇTUĞU gün olan 16 Temmuz 1969 tarihinde geçirdiği beyin kanaması sonucu kaldırıldığı Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hastahanesi’nde hayata gözlerini yumdu...

Peki sizce bizler bu kadar önemli birini gençliğimize ülkemize ne kadar tanıtabildik?Gereken ilgiyi gösterebildik  mi?Hak ettiği değeri verebildik mi?En azından hatırlama zahmetinde bulunduk mu????   YORUMLARINIZI BEKLİYORUM...

Kimya'nın Kraliçesi...




 

              Marie Curie

 Asıl adı Manya Sklodowska olan Polonya asıllı Fransız kimyager Marie Curie lisede fizik ve matematik öğretmenliği yapan bir baba ile piyanist bir annenin çocuğu olarak 7 Kasım 1867 yılında Polonya'nin başkenti Varşova da dünyaya geldi.Polonya'nın o zaman ki siyasi durumu  Sklodowska ailesinin maddi durumunu zorlaştırıyordu.Ama bu engel Manya'yı etkilememiş ve yıldırmamış olacak ki1891′de Sorbonne Üniversitesi’ne girdi.

"Manya" adı Fransızca'daki söylenişiyle "Marie"ye dönüşen genç kimyager  27 yaşına geldiğin de çalıştığı laboratuarda araştırma yapan genç bilim adamı Pierre Curie ile tanıştı. Pierre   onaltı yaşında iken üniversiteyi bitirmiş, onkesiz yaşında fizikte master derecesi almıştı. Elektrik ve manyetizma alanındaki araştırmalarıyla dikkat çeken bir gençti."Tencere Kapak" olayına iyi bir örnek olan ikili 1895 yılında evlendi.Hayatlarını birleştiren ikili çalışmalarını  da birleştirme de gecikmedi.
1896′da Fransız bilgini Henri Becquerel’in uranyum metalin de ki radyoaktivite özelliklerine keşfetmesi üzerine Curie’ler araştırmalarını bu yönde geliştirdiler. 1898′de bir uranyum filizi olan peçblend [U3O8] in analizi sonucunda uranyum elemanından 3 milyon defa daha kuvvetli radyoaktivitesi olan 2 yeni eleman buldular.BU elementlerden birine Marie Curie'nin vatanı Polonyum diğeri ne de ışın yaydığı için radyum denildi.Marie bu çalışmasından dolayı Nobel Fizik ödülünü, Radyumu tecrit ettiği içinde 1911 yılında Nobel Kimya ödülünü alarak tarihte iki nobel ödülü almış ilk kadın bilim insanı olmayı da başararak kendinden sonrakilere örnek olmuştur.

Marie Curie laboratuvarlardaki çalışmaları sırasında radyoaktif ışınların sürekli etkisinden dolayı kansız kalmış ve iç organları neredeyse tamamen iflas etmişti. 1934′de Alplerde bir sanatoryumda öldüğünde onu bu hale getiren radyumun daha pek çok zararı bilinmiyordu. Marie Curie’den sonra kızı Irene de bu alandaki çalışmalara kocası Joliot ile birlikte devam etti.

 

Hastalığına sebep olan şeyin bulduğu element olduğunu daha önceden bilseydi  Marie Curie yine de araştırmalarına devam eder miydi sizce? Yorumlarınızı bekliyorum...